30 Haziran 2011 Perşembe

mülteci zaman

Kendinden kaçıp kendi anaforunda kaybolmak boğuculuğu tüm ruhumu çepe çevre sarmıştı. Bir başkası gözlerime bakmadan konuşabilir miydim? Düşündüm Jalem,

29 Haziran 2011 Çarşamba

Vaşak

Kimse benim mahremime, o naylon elleriyle dokunup göz süzemez dedi kız. Hırçın, laf dinlemez, yola gelmez bir sukutta, ellerini umuda, bilinmeyene kimsenin anlayamadığı çivi yazılı tabletlere dokundururken.

Elleri kirlenmişti elbet, ama onun aldırdığı yoktu.

Günlerce, aylarca, yıllarca sürdü bu. Elleri kanamaya başlamıştı, başı önüne eğikti. Biliyordum ona dokunmak volkanların yüreğine yelken çekmekti. Başı gururundan kalkmıyordu.

Dişlerini sıktı.

Siz kimsiniz, dedi ona dokunmaya çalıştığımda.

Vahşi bir vaşak gibi kendini geri çekti.

Gözleri kıpkızıl bir kıyamet, kalbi bin giz, bin bilinmeyendi.

Onun hakkında öyle çok şey söylendi ki.

Kırıldı.

Nasılda hırçın, ama yorulmamış, dik ve olgun bir kayaydı o.

Bir ses geldi.

Ağladığını duydum.

Benim ellerim kirlenmedi dedi.

Başını alıp, yokluğa gitti.

Dağların ardında uluduğunu duydum.

Denizler kabuk bağlar mı anne?



İçime içime aktı bütün kış, bana uzaktan gelen nenni sesleri, uyuş köpeklerin hırlayışları, kurt ulumaları, kırlangış yumurtasının içinde konuşan böcekler, gece nöbetleri, akşam saatleri, yiyip de doymayan timsah homurtuları, bukelemunların renkleri, sahilin kanarına dizilmiş, küçük caretta carettaları kandıran neon ışıklar... Bunların hepsi.

Ah neden elim kalemi tutmadı, diye içlendi kuşkonmaz otları, sabahı bekleyemedi, karanlık kuğu sesleri.

Bir sabah geleceğim diye kandırı verirdin oysa, bir somun ekmekle, iki dış soğanı, bir ökçe loru beslenme sepetimin içine tıkarken.

Anneler ölürmüymüş.

Hiç inanasım gelmezdi.

Bir bak sen, nasıl da düşünüp konuşacağım, nasılda türkü söyleyeceğim kavak ağaçlarının dibinde.

Hem ben istemem kem gözlerin, kirpi suallerin, nasır kalplerin, somurtuk evhamlarını.

Yine yağmurlar yağsın anne.

Anne yine yağmur yağsın.