11 Aralık 2011 Pazar

ölüleri gömün diye bağırıyor bir ses ölüleri gömün.

mektup.

Adı Teyyar, yaşı on altı. Gözleri bir zifir bir karanlık, bakışları yılgın olsa da umudunu yitirmememiş hala...

Sense mapusluk sürgencesinde bir türkü tutturmuşsun, turnam giderse mardine, karlı daağların ardında, turnam yare selam söyle, yar söyle can söyle.

Ellerim ah ellerim vardı bilirim, kanattılar bir beyaz güverscindiler oysa, parmak uçlarımı sevgililer öpmüştü.

Sebepsiz değildir gitmeler, hiç sebepsiz midir ki sevmeler. Yok öyle değil diyor Teyyar. Yaşı on altı. Sen bilmezsin, bir güler, güller açar bir güler, alnında çalıştığı tornacının derin çizgilerini aşa

10 Aralık 2011 Cumartesi

mektup

Ölüleri gömün diye bağırıyor bir ses... Ölüleri gömün... Çok zamandır ellerimde kelepçeler, çok zamandır küreklerin o muazzam çığlığıdır nağmeler. Ellerim nasır dolu, ellerim kara. Ellerim bit tutam soğan, bir dilim somun. Yüreğimde zalim cellatların ayak sesleri. Gözlerim diri diri topraga gömülenlerin gözleri. Kırbaçlar iniyor durmadan göğsüme. Hani çocuklar bahane edermişler, masallardaki korkunç canavarları da, sığınıverirmişler analarının.Anasının bağrında uyuyuverirmiş, rüyalarına hiç gelmesin diye perilerin. Salıncaktan düşermiş sonra martılar, seke seke yürümeyi öğrenirmiş keloğlanlar. Kızlar yalancı baharlarda çay içmeye gidermiş, delikanlılar olmayan yare türküler söylermiş.

Orya yaz mektuplarını soran olursa, bir belleyen bir hatır soran olur belki. Simeralyada mektuplar çabuk okunur. Mimesislerin bağrında yalancı şezlonklar. Kimse mutlu değil bilesin. Oysa, oysa benim ülkemde.

Tren düdükleri, bakraç iniltileri, sokağın boz bulanık sesleri, uyku tutmayan kan çanağı gözlerin. Bir terk ediliş, bir geriye dönüş. Ben ağlamam, onlar yüreğimin nehirleridir. Ben ağlamam, onlar sözleriminin kalemidir.

Bir yalancı bahar, bir yalancı bahar, bir yalancı bahar. Sonra öğrenciymişim, bana dayatılan ve öğretilen herşeyde aklıma takılan bir kılçık terpilemiş, zamansız açan suallerin fehmini. Başım bulanmış, yüreğim dönmüş. Sonra sonra sen kimsin diye sorduklarında, öylece bakakalmışım. Sahi ben kimmişim.
Ellerimde bozukluklar, biri bana yol sormuş. Bilmiyorum deyip, son lokmamı da uzatmışım.

Bir ölüm, bir ölüm sessizliğidir. Uyurcasına kapatıyorum gözlerimi yarın uyanırsam yemek yemeğe iştahım olmayacak belki, ama kitaplar onları okumalıyım. Açlıktan daha zor sancı çekmek. Açlıktan daha zor sen ve ölümü düşünmek.

Şimdi diye bağırıyor adam, şimdi ölenler şanslı kalanlar değil. Şimdi boğulanlar şanslı nefes alanlar değil. Hıçkırıklar bir bir bir boğazıma diziliyor. Ölüyorum desem olmuyor, kalıyorum desem olmuyor.

8 Aralık 2011 Perşembe

mektup

Sen bana küsmüşsün vakit gece yarısı derler. Hep çıkrığında kendi hesabının ince ayrıntılarını görmüşssün. Sen bana küsmüşsün, bir gece trenidir beklediğim. Yolcular, ah o yolcular. Işıksız kalmasınlar diye, gün sızıyor penceremden dışarı. Yolsuz kalmasınlar diye sorup soruşturuyorum. Sen bana küsmüşsün, üstelik kendinden değil. Nasıl içerledim, nasıl içerledim bir bilsen. bu yüzden hışımla gönlümün kapılarını sana kapatmam. Yazmazsam çıldıracağım diyorum, zaten çok zamandır bana yazıp durma diyorsun. Zaten çok zamandır koca bir kalemler karalayıp geçiyorsun, silmek istemek bu geçmişi. Ya da, yada...

Çok zamandır sıtmalıyım çok zamandır gönlüm kederli, çok zamandır önümü görmüyorum çok zamandır kendimle çapraşmam. Allahın bildiğini kuldan mı saklayacağım derler, sahi insan Allahın bildiğini kuldan niye saklar? Bir sebebi olmalı değil. Bir sebebi olmalı.

Ne diyor şair, göğü kucaklayıp sana getirdim, kokla açılısın solmuşsun. Benzin sararmış, yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün.Sevdadır ahh, başa bela derler...Sevdadır ne amansız bir yara derler.

Bir çocuk gibi aldım kalemi elime yaz hoca dedim bağırarak, gönlümün şu sayifesine bunu da yaz. Ha olur ki çocuk yüreğim bir daha vazgeçer ağlamaktan, kavgadan. bir daha açar gönlünün pencerelerini.

Bu kapı han kapısı bilirim, yokluk burda bulmuştur varlığın kisbesini, boynum büküldü, elime verilen idamın fermanıdır. Durdum cebelleştim, kanattım kendimi. Dur bekle dedim, dur bekle. Yazamadım elim gitmedi sonra sustum. Sonra kursaklarımızda öğüttük aşkın çelimsiz sülüetini. Ah bir bilsen ne yaman kustuk ah bir bilsen, ne yaman öğürdük.

Boşluklarda büyüttük biz aşkımızı. Burası dünya, yolun yarısı derler. Soğuk benizli kaldırım taşının aracığına sığınmış üstü çiğnenmiş, çiğnenmiş bir ot gibidir sevmelerin Ah bir yağmur yağsa, ah bir bereket koksam, ah şu betonarme duvarları filizlerimle yıksam, çatlaksam dersim. En büyük gökdelenlerin tepesinde açan kökleri ta okyanuslara uzanan bir ağaç olsam derim. Sonra bir martı çığlığı boğsa düşlerimi. Ah ben yeniden yeniden uyansam. Sevsem sarılsam ve biz hiç ayrılmasak...

Her aşk bir şey öğretir bilirim ah. Bilirim her çocuk bağrında bir yenik düşle uyanır. Sen neyollar tanıyacaksın diyor dostum, sen ne yollar ne insanlar. Ben susuyorum, gecenin yakomoz ışıltıları da kesmiyor beni. Desene diyorum ah, ne aldanışlar ne aldanışlar...

7 Aralık 2011 Çarşamba

mektup

Uzun zaman olmuş sana yazmayalı, çok uzun zaman olmuş sevmeyeli. Yenik ekin tarlalarında barut kokan adımlarda, masmavi bir göğün ne demek olduğunu anlamaksa , bir kadının yanağından usulca dökülmekse... Biz seni ta gözlerinizden tanırız. Değil mi efendiler, biz bu yorgun gözlerin anlamını ta eskilerden tanırız.

Eski zamanlardı. Ben kalemi ilk kez tutup, ilk kez soytarı şiirlerde boğulurken, gözlerimden iri billur taneleri ilk kez süzülürken, bir hikaye anlatmışım. Anlatmışım kimse dinlememiş, anlatmışım, birilerine yasak gelmiş. Sürülmüşüm, sürülmüşüm sürülmüşüm.

Burası Sibirya beyim, burda yaz yok, burda kömür, burda kelepçe, burda demir kokan yalnız pencereler var. Burası soğuk beyim, gözlerimiz feri çoktan sönmüş. Her birimiz kendi içinden ölgün ölgün şiirler tüttürmüş.

Burası Halepçe beyim, anaların ağıtlarını en çok analar anlıyor. Çocuklar delicesine işiyorlar beyaz gölcüklerin körpe koyunlarına. Burası burası kan kokuyor beyim, hani hiç görmek istemediğin. Burası koynumda gizlenmiş beyaz günahların alaca karanlıkları kokuyor. Burda hiç kimse bir diğerinin gözlerine bakmıyor tanınmamak için.

Hücreler bölünmüşüz, yataklara ovalara. Her birimizin alnında asılı numaramız. Benim adım Yedi örneğin, hani annesini kurşunlar almış o hırçın çocuk var ya, o da benden sonra geliyor. Onun adı sekiz. Karnındaki piçin adı şimdiden belli. Biz diyoruz ki o doğarsa adını dokuz koyalım. Kimse kimsenin yerine geçmesin...

Bizler ah bizler. Sen bilmezsin beyim, biz ne çok bölünmüş, ne çok çarpılmış, ne çok çıkarılmışız. Hesabımız redingot tıkırtılarına bir türlü uymamış. Bir türlü uzlaşamamışız zamanın kollarıyla. Gelecek demişler bizim için, Ne tür bir entegrasyon sürecinde hesap edilmiş, korolarız bir bilsen. Her kafadan bir ses çıkıyor, hani şu ağzındaki sapsarı dişlerine aldırmadan sırıtan ve durmadan tütün tüttüren o yaşlı adam var ya,  hiç birimize uymuyor onun sesi. Kulaklarını nasırlı ellerinin arasına saklanmış karanlıklarda gizliyor. Ve durmadan bağırıyor, bağırıyor ve gülüyor.

Burası fahişelerin kucaktan kucağa gezdiği Manhatın beyim. Her musluk suyunda, kirli ve başı bozuk ne günahlar akıyor. Çocuklarımızı ısrarla sokaklarda gezdirmiyoruz, ısrarla para biriktirip, bu kirli şehirlerden kaçmak diliyoruz.

Burası burası dünya beyim. Burası acının esrik gülüşlere çıldırmalara terk edildiği dünya.

Ve ben yazmazsam çıldırıcam diyorum. Ve ben yazmassam, boğulacağımı biliyorum.

Ölmemek için son kez şiiri kalemimde tutuyorum.

2 Aralık 2011 Cuma

jurnal

dostumm sen benim içimde hiç bir sınır ve hiç bir kanun tanımayan bir özgürlüksün, ve bilmektemisin ki, yüreğimdeki bu karanlık yan çoğaldıkça benim dehlizlerim nedenli büyüyüp gelişmekte... bana ne vaat ettiğinin varkına varsaydın, dilin damağın tutulurdu.

ölümün önünde diz çöker, onu yaşamanın ne büyük keşif ne büyük bir büyüklük olacağını hissederdin

ben hayatta olmak istemediğim anları o kadar çok yaşadım ki evimde ailemde. ölmek dilerdim. bağırıp çağırır hiç bir sınır tanımadan ısyan ederdim, büyük olmayan küçük yürekli insanlara.

isyan ederdim, adaleti ve erdemi çoktan unutup gitmiş, iyiliklerini sırf kendi konumlarını sağlamlaştırmak isteyerek yapan insanlara.

anlayabileceğini bilsem, sana daha ne büyük kırgınlıklardan daha ne büyük utançlardan bahsederim.

her      öpüş içinde bir kalp kırıklı, bir boşluk bırakı demişti bir dostum.

artık bundann sonrası benim kalemime düşüyor, galiba ona döktüğüm mahrem senden daha büyük senden daha çetin olacak.

...

çocuktum, bir gün yıkıntılarının arasından bir kedi yavrusu sesi geldi. hava sis ve bir o kadar soğuk.. ben eski kazağın kollarını uzatıp ellerimi onun içine sokmuşum. huzursuzdum. biri bana sesini duyurmaya çalışıyor ve bulamıyordu beni. aradım aradım aradım.. sonunda yağmurdan sırılsıklam olmuş titreyen ve hasta bir yavru kedi gördüm, öylesine çirkindiki. ama gözleri. gözleri.. ağlıyordu ve annesi yoktu.. onu eve götürmekten korktum. oracıkta ona bir yuva yaptım, yağmurdan ıslanmasın diye zaten uzanmış ve hasta bedenini oraya soktum. ve çekip gittim.. onun orada yaşamayacağını biliyordum. ama çekip gittim.. ve bir kaç gün sonra gittiğimde oracıkta o derme çatma yerde ölüp gitmişti.

hayatı böyle yaşıyoruz... hayatı o küçük kedi yavrusu gibi tek ettiğimi düşünüyorum, cesaretsizliğim ve bencilliğim yüzünden.

belki dereye atılan kedi yavrularını çığlıklarını duydukça, ellerimi kulaklarıma kapayıp çığlık atmam bundandı. bundandı kendimden ve dereye kedi yavruları atan çocuklardan nefret ederek yüzlerine bakmamam...

hayatı, hep acıyan ve çığlık atan haykırışlara, kulaklarımı kapamak zorunda olduğum için sevmiyorum. bana o kedi yavrusunu terk edişim gibi ağır çok ağır geliyor.

24 Kasım 2011 Perşembe

Uykusu gelmiş portakallar acı olur ve de sevimsiz. Bu yüzdende ekşi..

22 Kasım 2011 Salı

sonbaharlar mevsiminden önce,kaybolmuş bedenlerden bu  olmalı ki,
tek geriye kış kalmış o ıssız gecelerden.
duygularını çoktan yitirmiş martılar,
 ölüm anlamını yitirimiş bir kansık.
 ve ölen çocuklar ne kadar da karanlık.
kanın gözyaşının sonsuz bir bir girdapta büyüdüğü bu amansız boşlukta.
uyumak sessiz sessiz göz kapamak, gece ve güne.
hani derler ya, bu acılar bitsin artık.
hiç yaşamamış gibi ölmek zamanıdır şimdi.
hiç yaşamamış gibi sövmerlerin ardında, umutsuz sevmeler bırakarak.

2 Kasım 2011 Çarşamba

sokaklarda mızıka çalma çocuk yorulursun.

Bir çocuk gülümseyişi, kırılmış yaralı bir kalp.

Gece trenlerinde kaybolmuş, pronlar.

Işıl ışıl yanan neon lambalar.

Hüznün boğazından, yüreğine doğru akıp gidiyor.

Bedenin yorgun ve umutsuz.

Ölümsü bir sessizlik, sözlerin.

1 Kasım 2011 Salı

Ayrımlamalarla ayağı kalkmalı zaman. Bölünmeler çoğaldıkça yeniden dirilmeli yaşam... Seni mahkum kılan her ne ise bir düşün, var ettiğin ne denli çelişkiden uzak ve derin?

Kentlerini terk et teker teker...Ölüler gibi birşey istemeksizin, ve ardına bakmaksızın. Yüreğindeki yangınları derin okyanuslarında boğ. Bil ki küçüğüm, hiç bir beklentinin kalmadı o yerde, yaşamak zor çetin ve yalancı.

Omuzlarını dik tut, yaşadığın tüm yanlışlar için bile. Sen ah... Bilirim ki çok küçüksün ve savunmasız... Attığın her adım için bir doğru payı ile hareket ettin ve kendine asla hakaret etmedin.

Biliyorum çok yoruldun ve acı çektin. Söylediğin, yalvardığın yıkıldığın her şeyin sonunda, neyi elde ettin?

Bu yüzden küçüğüm, boş ver geçmişini.

Yüreğin soğuk ayaz tipi.

Yüreğin alev ve feryat.

Ben diyordun ya, usulca, senin için her gün... Senin için her gün... Bir serçeyi yüreğinden vurmuşum.

Bilemedim.

Yüreğin acımasız korsanların elinde talan. Yüreğin çırpınmaya çalışan yaralı bembeyaz bir kanat.

Gözlerin kızıla boyanmış bilirim.

Bilirim, vaz geçmek zor diyeceksin.

Bilirim vaz geçmek zor... Çok zor...

31 Ekim 2011 Pazartesi

itiraf.

Bilinç altımı göstermemek için bu denli mahir davranmam acaba, korkularımın gereksizliğinden mi?

Yoksa, bir şairin suçlu ilan edilmesinden mi şiirlerinin?

mırıltı

Nemli toprak kokusu,

Nehir kutuları, balık çığlıkları,

Yorgun balıkçı şarkılarıdır sözlerin.


Annesinin kuytularında, sütle dolu tatlılıkta minik bir ağız.

Gece sirenleri, yorgun düşüşler.

Gözlerine düşmüş, martılar.

Yüreğinde nice talancı isyanlar.

Tren kompartımanları, bilet tıkırtıları.

Yorgun esneyişler, sebepsiz gülüşler.

Adım adım day daya durmuş bir bebe.

Gece ışıltılarıyla büyü saçan şu şehir.

Hepsi senin için.

30 Ekim 2011 Pazar

Kel şarkıcı

Zamanın birinde gece bulutlarını tırmıklayan, bir kedicik yaşarmış. Güneşle alıp veremediği ne bilmiyorum ama sevmezmiş keratanın huyunu. Velhasıl kelam, yokluğuna pek alışmış sessizliğin. Kokuşmuşluğu bir kenara bırakmış, yeni olanı keşfetmek için yollara düşmüş.

Pek severim Piraye'nin türküsünü.

Tüm kaltoculara gelsin.

30 Haziran 2011 Perşembe

mülteci zaman

Kendinden kaçıp kendi anaforunda kaybolmak boğuculuğu tüm ruhumu çepe çevre sarmıştı. Bir başkası gözlerime bakmadan konuşabilir miydim? Düşündüm Jalem,

29 Haziran 2011 Çarşamba

Vaşak

Kimse benim mahremime, o naylon elleriyle dokunup göz süzemez dedi kız. Hırçın, laf dinlemez, yola gelmez bir sukutta, ellerini umuda, bilinmeyene kimsenin anlayamadığı çivi yazılı tabletlere dokundururken.

Elleri kirlenmişti elbet, ama onun aldırdığı yoktu.

Günlerce, aylarca, yıllarca sürdü bu. Elleri kanamaya başlamıştı, başı önüne eğikti. Biliyordum ona dokunmak volkanların yüreğine yelken çekmekti. Başı gururundan kalkmıyordu.

Dişlerini sıktı.

Siz kimsiniz, dedi ona dokunmaya çalıştığımda.

Vahşi bir vaşak gibi kendini geri çekti.

Gözleri kıpkızıl bir kıyamet, kalbi bin giz, bin bilinmeyendi.

Onun hakkında öyle çok şey söylendi ki.

Kırıldı.

Nasılda hırçın, ama yorulmamış, dik ve olgun bir kayaydı o.

Bir ses geldi.

Ağladığını duydum.

Benim ellerim kirlenmedi dedi.

Başını alıp, yokluğa gitti.

Dağların ardında uluduğunu duydum.

Denizler kabuk bağlar mı anne?



İçime içime aktı bütün kış, bana uzaktan gelen nenni sesleri, uyuş köpeklerin hırlayışları, kurt ulumaları, kırlangış yumurtasının içinde konuşan böcekler, gece nöbetleri, akşam saatleri, yiyip de doymayan timsah homurtuları, bukelemunların renkleri, sahilin kanarına dizilmiş, küçük caretta carettaları kandıran neon ışıklar... Bunların hepsi.

Ah neden elim kalemi tutmadı, diye içlendi kuşkonmaz otları, sabahı bekleyemedi, karanlık kuğu sesleri.

Bir sabah geleceğim diye kandırı verirdin oysa, bir somun ekmekle, iki dış soğanı, bir ökçe loru beslenme sepetimin içine tıkarken.

Anneler ölürmüymüş.

Hiç inanasım gelmezdi.

Bir bak sen, nasıl da düşünüp konuşacağım, nasılda türkü söyleyeceğim kavak ağaçlarının dibinde.

Hem ben istemem kem gözlerin, kirpi suallerin, nasır kalplerin, somurtuk evhamlarını.

Yine yağmurlar yağsın anne.

Anne yine yağmur yağsın.

15 Mayıs 2011 Pazar

12 Mayıs 2011 Perşembe

Ki

büyümekte ağır ağır alevin canında yanan lal taşları
sokaklardan hüznü pencerelerinden dökülen kadınlar geçmekte
yüreğimden damıtılan şu hüzünlü kadınlar mıdır
ağır ağır büyümekte
hangisidir suskusuna, bir konuşma biçimi ile başlamış olan? 

10 Mayıs 2011 Salı

sokaktaki kadın.

Elleri büzüşüp dürülmüştü içine. Baksam içini görmeyeceğim kadar karaydı. En çok konuşurken insanların birbirlerine bakmadığını fark ettiğinde, çaresizliğini anlıyordum. Ey vay, ya tuttuğum bu dal beni uçurum anlamsızlığına sürüklerse diye geçiyordu içinden. Sevmeyi öğrenmemiş, konuşmayı bilmemişlerin içinde yorgun ve yitikti. Kozasından çıkmış küçük bir tırtıldı o. İlk kez kendini, sokağını başkalarının adımlarını hesap ediyordu. Dostum dedikleri yalnız onu bir kalıbın içinde var etmek için vardılar. En küçük bir yardım isteyişte sırtını dönüp yürüme başlayan bu insanların, bahanelerini nasıl böylesi hünerle sayıp dökmelerine yıllar boyu katlanılmış diye geçiyordu içinden.

Onun elleri güzeldi güzel olmasına da. Hep kanatlarından ve ellerinden utanması gerektiği öğretilmişti ona. Sefaletin canı yüreğini dağlarken, hep geçmişe geçmişe söyleniveriyordu. Onu bu haliyle gören bir öteki tekili, yaşlı ve dünyasını acı ile tamamlamış bir kadına benzetiyordu.

En günah, sevabı mı öğretebilir?

Adım atmak uçurumları mı getirebilir?

Delilik neyi vaat edebilir?

Adım attıkça tay taylar biter mi?

Ölü bir zaman gezgini de olabilirdi. Her sabah yorgun uykulardan uyanmaya çalışan, deyyus bir Don Kişot.

O anlıyordu anlamasına ya. Bir başkası anlayabilir miydi, sürgünün şehrindeki yalanlarını?

6 Mayıs 2011 Cuma

Yol' da.

En hüzünbaz fahişeler,

Bakire gecenin koynunda öldürüldüğü gün,

Yumruk gibi iniyor, sözlerin.

İçimde dört nala çıldıran o deli tay.

Parmak uçlarımdan, dehlizlere düşüyor.

Ceplerimde avare ıslık devrimleri

Sokak kapısı esrik gıcırdayışta.

Yalanlar, bak ne yalanlar dinliyorum.

İsyan, namlu, şarapnel..

Bir kadının göğertisinde,

Avuçlarım terliyor,

Ben üşüyorum.

30 Nisan 2011 Cumartesi

27 Nisan 2011 Çarşamba

Kalemin düştüğü el


Gece deli sesleri,
Dövüşürken, adamlar ağlıyor.
Ağlıyor olmalılar sesler duyuyorum.

Uykusu mandalina dilimlerinden ayrılmış bir kadınlar
Uyanıyorlar.
Tatlı bir nane kokusu sarıyorsa da ufukları.
O bakışlardan yılgınlar hala.

Kalemlerin düşlerden boşaldığı ellerim
Düştüğüm rüyalardan uyuşmuş olmalı.
Alaya alınan çözülmeyen bilmece suskularının
Deli evhamlarında söylenen koğuşlar
Nefretlerinde bayağılık kusuyor.
Sırf bu yüzden.

Tanrı insanın riyasıdır,
Karantina şehirlerin
Telefon hatlarından düşmüş gibi
Herkes yükünde, başkasının anlamsızlığını taşıyor olsa da.
Tramvay raylarındaki demir bıcakların olmalı tüm suç
Hepsi kelebek şarkıları yaralamaktan mahkum.
Dinle Feraye sesleri,
Göğeriyor ercailerin, ufuktaki ölümü.
Ölüm oruçlarındaki kadınlar, şehirleri kusuyor.

25 Nisan 2011 Pazartesi

Çamur

Midesi, boğazı, rahmi çamur kokan kadınlar.

Beceremezler bir erkeğin gözlerine bakmayı.

Arsız, şevval, şuh…

Onların dişlerinin arasına sıkışmış bir çürük ağrıları,

Dalgın dalgın söylenmiş tekerlemeleri vardır olsa olsa.

Gözleri yerde huzursuz avere ve çocukturlar.

Biri ufacık bir söz söylese, şımarmaya namzettirler.


Oysa niçin sevdiğini de bilmek gerekir.

Oysa niçin sevildiğini de bilmek.


Rahmi çamur kokan kadınlar vardır.

Elleri işçilerin katıksız ekmekleri kadar çorak.

Sevmeleri kesik, esrik, öfkeli.

Gözlerinin mavisi örneğin.

Bir yere mıhlanmış öylece söylemekteler.

Ben o kokuları gözlerimin mavisine sürüyorum..

Lütfen söyle, onu bana vermeyecek misin?

Ya öyle mi, vefasız bonjo.

Bunca yaptığım iyiliğe karşılık!


Rahmi çamur kokan kadınlar vardır.

Gün be gün yaşamak için kemirselerde ekmeği

Gün be gün, ölmek için yaşarlar hepsi.


15 Nisan 2011 Cuma

Uykularında üşüyen portakal

İlk kez öylesi bir aşkla uykusuz kalmış küçük kedi, özenle kitabın sayfasını çevirmesine karşın, büyük bir inatla kaldğı yerleri katlıyordu..

Yanında ki küçük prenses her defasında kitapların onun çocukları olduğunu söylemesine rağmen, incitiyordu başlarını..

Ben onlara fiziksel ve yapmacık bir özen gösteremem prenses diyordu, eğer birşeyler öğrenecekse çocuklarım benden, üzerinde yazılanlar gibi, kendileri de acı çekmeli...

Zana'nın dili güzeldi, bu kitabı okumak için şişko temizlikçi kadından yol yöntem adres sorduğuma inanamıyorum. Şişko temizlikçi kadın beni şaşırttı doğrusu dedi, küçük kedi.

Bu gün iki kitap bitirdi..

Yaşadığı güzel doğruları söyledi. Biliyor ki küçük kedi, diğer kedilere hak etmedikleri kadar iyi davranmak, kendine yapabileceği en büyük kötülükmüş.

Bu yüzden susuyor, gülümsemiyor... Göğe doru bakarak şarkılar söylüyor... İnatla kelimelerini kuramıyor, inatla içindeki tüm yalanlar için kendisinden özür diliyor..

İnatla küçük tatlı yumağıyla dalga geçmeye gelenlere patisini gösteriyor, inatla ahmak kediler için üzülüyor...

Küçük kara balık ne demiş?

Balıkçılı öldürmeden geri dönmeyeceğim!

9 Nisan 2011 Cumartesi

Kim bu okunuş?

Baktım ki, hayat seyri seferle daim değil. O zaman keşfin hazzı ile daim olayım. Madem ki, bildiğim tüm doğruların artık işe yaramayan tansıklarını görmüşüm, çömelmiş ve üşümüşüm. O oyuncunun kopartılmış kolu göğe yükselsin ve desin ki, ölmedim efendiler. Sadece ölüm bana yaşamdan daha kolay geldi.


Masanı bütün kenarını bir bir yiyip bitiren fareler, döndü ve bana dediler ki, bizi kim kemirdi? Gözlerimi oğuşturdum, bütün dualarımın iki iki daha beş etsin diye olduğunu gördüğümde, kocamış bir it kıs kıs güldü halime. Buyrun efendiler dedim, burdan yiyin..

Ne demiş o ünlü düşünür, ''çoğunun korkak olduğunu söylemeye cesareti yoktur''

Ne denmiş efendim, bu postmodern kuyuların, fareler, harfler, kelimeler yığınında, ben de bir söz söyleyemeyecekmişim?

Bir ömür boyu, beyaz atlı prensin bok dolu terkisini gözleyecek mişim?

Bu ters düz edilişim sırasında, kendi değerlerine karşı çıkan ben, istedim ki ''sıradanın da üzerinde sıradan''olayım.

Tükürün ulan deyyusun yüzüne..

Madem ki yalan söyler tüm ecinniler.

Başlamam mı ben de?

Yok öyle efendi, sınıfta celallenip '' ben bu sanatçıların geniş mezhepliliğine dayanamıyorum! '' diyin bağrınıp, yüzüm kıpkırmızı hocayı bile ezip geçmeye.

Madem ki derdim deliliğimdir. Derim öyleyse.

Yalancıyım ve henüz korkak. Sen bilmezsin, niçin işermiş kelebekler geceleri...